9 Ekim 2008 Perşembe

doğru söyleyin, valla küsmiycem

merak ettiğim bir konu var; yazdıklarımla sizi sıktığım oluyor mu hiç? cevabı " evet " olan densiz demeyeyim de yersiz arkadaşlar için hemen komik bir anımı müsaadenizle neşredeyim;

ben fi tarihinde istanbul üniversitesinin güzide fen fakültesinde matematik bölümünde eğitiliyordum. o okulun da en müstesna tarafı her 5 öğrenciye 1 adet danışman tahsis edilmesiydi. bence hakikaten çok takdire şayan bir uygulamaydı. tabi hala var mıdır bu uygulama bilemiyorum, yani benim danışmanımla olan muhteşem iletişimimden sonra kaldırılmış olabilir.

öncelikle belirteyim benim danışmanın adnan bey adında ( ne dersi verdiğini hatırlamıyorum ) bıyıklı, çok sevecen suratlı, çok normal, sakin bir hocaydı. arkadaşımın danışmanı ise bediz bey adında tüm okulun çekindiği bir hoca, sıfırcı derlerdi hatta kendisine. 4000 kişinin iştirak ettiği sınavdan 2 - 3 kişiye geçer not vermesiyle müsemma ( bu arada aranot; yazı yazarken; eğer belgelere, tarihe ışık tutar bir eser oluşturmuyorsanız mübalağaya kaçabilirsiniz, bunda bir mahsur yoktur. bu söz usta yazar Sir S. A.'ya aittir, ben hatta şahidim bu sözü kendisinin söylediğine ). bizim arkadaş; ki bu zehrişko olur, danışmanı olan bediz bey'e giderken ekip olalım ve kendisi korkmasın diye beni de yanında sürükledi. sakin ve ılımlı bir danışmana sahip olmanın verdiği yılışık rahatlıkla arkadaşımın peşisıra hocanın odasına daldım. arkadaşım titreye titreye hoca ile gömrüşmesini devam ettirirken ben kırmızı başlıklı kız umursamazlığında etrafı inceliyordum. çünkü odada inanmazsınız 7500 yıllık kitaplar filan vardı. birden bediz bey - herhalde benim gamsızlığımdan sıkılmış olacak ki " sen hangi okuldan mezunsun bakiim? " dedi. söyledim, hemen elime birkaç sayfa ingilizce metin tutuşturdu " sen de gezinme, otur şunları tercüme et " dedi.

oysa benim danışmanım nasıl şeker nasıl şeker, bana nasıl ders çalışmam gerektiğini, okulda ne gibi aktiviteler olduğunu filan anlatıyor. ben de konuların dibine iniyorum, sor Allah sor. karşımda da peygamber sabrında, halit kıvaçvari açıklamalar yapabilen biri olunca mevzuyu derinleştirdikçe derinleştiriyorum. gel zaman git zaman pişkinliği iyice ele alan ve beyazıt'taki okula bostancıdan hergün geç kalan ben anfide hocalardan 450 mt uzakta yer bulup oturmaktan 6,75 miyop gözlerimle dersi takip edememekten başarısız olacağım korkusuna kapıldım ve hemen soluğu danışmanımın odasında aldım. asistanı o gün gelmeyeceğini söyledi ( yalan ya, ne korkusu, maksat adnan bey'e soru sormak, stres yapmak, birinin benim için birşeyler yapmasını sağlamak ). ertesi gün derse yine geç kalınca sınıfa hiç gitmeden doğruca adnan bey'in odasına yöneldim. uzun bir süre sonra hoca geldi, odasına girerken derin bir iç çekti ve " gel bakalım gel " dedi. beni göründüğüne çok sevinmişti herhalde. odaya girdim ve motor hızıyla anlatmaya başladım " ben bostancı'da oturuyorum, hergün bin otobüse kadıköy'e git, bin vapura eminönü'ne gel, oradan bin bir vesaite daha gel okula eee tabi geç kalıyorum. hiç önde oturamıyorum. zaten sınıflar kocaman ( bu gerçek, oradaki sınıflarda 1000 kişi bile oturabilir ), en arkadan hocayı bile seçemiyorum ki nerde tahtayı görüp dersi takip etmek? sonra ders notlarını hep fotokopi çektiriyorum ve konuları anlamıyorum " dedim. adnan hoca herhalde bu sorunumdan dolayı çok üzülmüştü, derin derin nefes almasından anlamıştım. her neyse, bana döndü ve dedi ki " senin daha önce okuduğun okulunda böyle danışman filan yoktu değil mi? ". " yoook " dedim " rehberlik servisi vardı, ama görevli kadın çoğunluka okula gelmezdi ". " buna şaşmadım " dedi hoca. " peki senin sorununa nasıl bir çözüm bulmamı istiyorsun, her sabah gelip en öne oturup senin için yer mi tutayım? " aslında bu çözüm hoşuma gitmedi değil; düşünsenize sınıfa ilk giren en önde, bu sıra benimdir edasıyla oturan adnan hocayla karşılaşıyor. ama gelin görün ki koskoca profesörün benim için bunu yapması diğer danışmanların öğrencilerini çok kıskandıracağından kabul etmedim " yooo, sizin gidip yer tutmanız olmaz da sınıfları sabah açan görevliye talimat verseniz " dedim.

adnan bey yoğunluktan bu talimatı bir türlü veremedi görevliye, üstüne üstlük ben de hocama bir daha ulaşamadım ve sonunda o okulu bıraktım. matematik camiası benim gibi bir cevherden mahrum kaldı yani.

neyse benim bu noktadan gelmek istediğim konu şu; benim yazdıklarım sizce sıkıcı mı? gerçekten soruyorum, çünkü ben bazen çok sıkılıyorum etrafımdakilerin anlattıklarından, dinlediklerimden. size de aynı işkenceyi yapıyor olmak istemem. çok görmek istediğim, oooh saatlerce sohbet edesim gelmiş arkadaşlarım var ama yollar kesişmiyor, teğet geçip duruyorlar. kibar biri olmamama karşın hayır demesini de hiç bilmem bu sayede de burnum zordan kurtulmaz. neyse kendi kendimi menfi düşüncelerle doldurduğum yeter, keyfim gelene kadar size yazı filan yok. hadi herkes işne baksın. dağılın.

17 Temmuz 2007 Salı

16 Temmuz 2007 Pazartesi



yaz geldi, benim pilim bitti. çoğunluk yaz mevsiminde daha enerjik olup; o tatil senin bu haftasonu benim formatına girerken benim canım hiçbir şey yapmak istemez. tembelleşirim. ürperdiğim, serin ve yağmurlu günleri özlerim. gerçi bu sene herkes yağmuru özlüyor, benim gibi. yağmurlu günler; okuldan arkadaşlarla beraber eve gelip, annemin hazırladığı çaya eşlik eden üzümlü fındıklı kurabiyedir, arkadaşlarımın gelmediği günler camın önündeki koltukta okuduğum kitabımdır ( kaloriferin dibinde, aynen bir kedi gibi... ). sokakta yürürken yüzüme vuran damlaların bana verdiği mutluluk hissini güneş ışığından asla alamadım. belki nisan'da doğduğum için. bizim okulda da çok güzel olurdu yamurlar, çamlığa gider denize bakardık. hoş, sınıflardan da bakmak kabil ama çamlığa gidersek ıslanma şansımız da olduğundan daha makbuldür.
bahçede çamurlu sularla birbirimizi ıslatmaktan, birbirimizin eşyalarını yine o çamurlu sulara atmaktan da çok keyif alırdık. bir süre sonra aramızdan birini camdan atmak isteyecek kadar umarsızdık. şimdi bile yazarken bir tebessüm yerleşiyor yüzüme. beraber büyüdük biz, 11 yaşından 18 yaşına bilfiil beraberdik. sonrası kimi zaman kesintili, kimi zaman eski günlerdeki gibi. cumartesi canım denizcim'le konuşurken farkettim ki öyle ya da böyle değişmişiz. iyi, kötü pek çok yeni huy edinmişiz. birbirimizi dinlememeyi, dinlesek bile anlamamayı öğrenmişiz. işbu sebeple pek çok arkadaşımı kaybetmişim. ya ruhsuzlaştım ya da akıllandım; gidenlerin ardından yas tutmuyorum artık.
Allah ömür versin hepsine; yaşadıkları halde pek çok eşimi dostumu kaybetmişim. zaman zaman içim acısa da yokluklarına alışıyor insan. aklıma takılan sadece bir şey var; mehmet "yeni kurulan dostluklar asla eskiler gibi olamıyor, mutlak bir çıkar ilişkisi giriyor içine" dedi. yeni kurduğum ( ya da kurmaya çalıştığım ) dostluğum yok gerçi. ama ne pahasına olursa olsun eskilerini sürdürmeye çalışmak mı gerekli?
hımmm, bugün anladığım kadarıyla pessimistik bir halet-i ruhiyem mevcut. ben konuyu burada kesiyor, sallanmayan salı günleri diliyorum...
Gönderen Keremo zaman: 08:33 0 yorum

pazar pazar


pazar sabahlarını gerçekten sabah karşılayan bir aile olarak saat 8'de kahvaltı için boğaz kıyısında bir yere gitmeye karar verdik.eşim beykoz'da çok güzel bir yer bildiğini söyledi ve yola koyulduk. çubuklu'da gerçekten güzel bir yere gittik, meğer bizden de erken uyananlar varmış :-) masaların çoğu doluydu.kahvaltımızı ettik, keremo ekmeğinin hepsini küçük parçalar halinde balıklara yedirdi. hesabı ödemek için eşim masadan kalkınca bizim küçük adamımız da peşinden hemen seğirtti. bir an keremo'nun babasının yanında olmadığını farkettim. korkuyla ayağa kalktım ama restoranda yoktu. dışarı koştum, bu esnada muhtemelen garsonlar hesabı ödemeden kaçtığımı düşünmüşlerdir :-) benim küçük böcüüüüm deniz kıyısına alçak duvar üzerine konuşlanmış, elinde kalan son dilim ekmeği de balıklara atmakla meşguldü.onu öptüm öptüm, sarıldım. iskele tarafına giderek balık kümelerini besledik. keremo yine ayaklarını suya sarkıtmaya karar verdi. ben korkuyla sırtından tuttum. bu esnada bazı balıklar gözüme pek bir lezzetli göründü. ayrıca akıntılı bir yerde olduğumuzdan deniz de çok temizdi.dönüş yolunda arkadaşımız nesrin ve onun dünya güzeli kızı azra ile buluşup çocuklarımızı istanbul modern'e götürdük. çocuklarla gidince eserleri yeterince incleyemiyorsunuz, dolayısıyla ben bir kez daha gidip incelemek istiyorum pek çok tabloyu. okul zamanlarında da resim derslerinde en sevmediğim konu natürmorttu. değişen bir şey yok. çok güzel bir müze, çok güzel düzenlenmiş. müzenin kendisi, merdivenleri bile sanat eseriydi. çocuklar için olan bölümün düzenlenmesini de çok güzel yapmışlar.
keremo orada azra ile oynamak yerine benimle gezdi. alt kattaki gursky fotoğraflarına bayıldık. oğlum ferrari'ye dokunmak istedi ( ağustos'ta istanbul park'taki yarışlara gitmek farz oldu bana :-)). fernando ortega'nın şelale sesi eşliğinde pierre bismuth'un çengel kitabı projesini mavi halı üzerine yarı uzanıp yarı oturarak izledik.çıkışta bizim minik canavarların açlığını acil tarafından eve gidip sebzeli makarna yaparak bastırdık. bizim pilimiz bitmişti günün sonunda, enerji küplerimiz ise hala evin altını üstüne getirebiliyorlardı. yine keremo'yu arkadaşından zoraki ayırarak evimize döndük. kısa bir banyonun ardından bizimkisi rüya görmeye başlamıştı.keşke hergün haftasonu olsa :-) tembelim biraz galiba
Gönderen Keremo zaman: 05:24 0 yorum

haftasonu


kendime çabuk geldim :-)cumartesi günü öğleden sonra kardeşim yüksel, keremo ve ben ( keremo'nun annesi ) sirkeci'de bir işimizi halletmemiz gerektiğinden trafikle boğuşarak eminönü'ne gittik. yenicami'nin yanındaki saray muhallebicisinin önünde " gel abla gel " diye parketmemize yardımcı olan çocuk sayesinde rahatça parkedip anahtarı da ona teslim ettikten sonra içeri girdik. çok lezzetli yemekler yedik. dışarı çıktığımızda o çocuğun olmadığını, polislerin kendisini tutukladığını öğrendik. önce ne yapacağımızı bilemedik ama hemen sonra keremo ile ben karakola gidip çocuktan anahtarları almaya karar verdik. keremo yolda giderken " kendime güç yüklüyorum anne, kırcam onların kafasını, nasıl yükselciğimin anahtarını çalarlar, anne bana dondurma al ki güçleneyim " gibi cümleler eşliğinde karakol arama çabamı şenlendirdi.3 farklı tarifle; mercan, valilik ve son olarak tren garı arkasında aradığımız karakolu bulduk. polisler anahtarları bizden önce restorana göndermişler gerçi, boşuna onca yolu keremo kucağımda olduğu halde çekmişim ama en azından kırmızı boncuklu bir anahtarlığın da gönderilen anahtarların arasında olduğunu duyunca rahatladım.bu negatif enerji yükünü çocukluk arkadaşım deniz, onun küçük faresi ardıç ve ardıç'ın babası cengiz'i saruyer'deki muhteşem manzaralı evlerinde ziyaret ederek atmaya karar verdik. çocukları bahçede boğuşurken izlemek o kadar keyifliydi ki. uzunca bir süre deniz'e işkence yaptık " şunu getir, bunu getir " diyerekten. cengiz mecburen işe gittikten sonra yüksel, deniz, ben, uzun süredir görüşmemiş olmamız sebebiyle epey konuştuk. bu arada güneş batıyor ve havai fişek gösterileri boğazı süslemeye başlıyordu.
çocukları birbirlerinden zar zor ayırarak biz eve doğru yola koyulduk, aklımızda bu ziyareti bir dahaki sefere sabahın erken saatlerinde başlatma planları yaparak...istanbul güzel, paylaşabileceğin arkadaşlar varsa
Gönderen Keremo zaman: 05:09 0 yorum

merhaba..

bu benim ilk yazım, bu kadar heyecanlanıp ne söyleyeceğimi bilemez hale geldiğime inanamıyorum. genelde anlatacak çok şeyi olan biriyim ama şimdi kelimeler kayboldu sanki. onlar yerine gelene ve ben söylemek istediklerimi yazabilecegim bir bloga sahip olmamin normal bir durum olduguna inanana kadar hoşçakalın :-)
Gönderen Keremo zaman: 05:03 0 yorum
Kaydol: Yazılar (Atom)